"Dinlememe" Sanatına Giriş


Dinleme sanatı mı, konuşma sanatı mı? 

İkisinin de yeri ve değeri ayrı kuşkusuz.

Ya “dinlememe” sanatı? Belki biraz da “dinlememe” sanatına ihtiyaç var.

Neden mi?

Dinlemek çok önemli bir meziyet, malum. Bu Konuda farkındalığın her geçen gün artıyor oluşuna cidden sevinmek gerek. Sadece dinleme yeteneğimizi geliştirerek, anlama ve anlaşma yeteneğimizi artırmak suretiyle ne kadar çok gündelik sorunu çözebileceğimizi bir düşünelim. Öyleyse, bu sanatta ustalaşmak için çabaya değer, değil mi?

Dinlemenin değeri hakkındaki farkındalığımız artıyor diye sevinebiliriz. İyi hoş da, daha iyi dinlemenin her iki taraf için de “işe yaraması”, yani “anlaşma” düzeyimizin de artması beklenir, öyle değil mi? Zira, bir ilişkide ideal olan “anlaşma” ise, bunun içinde hem anlama hem de anlaşılmanın olması gerekir. Artan dinleme duyarlılığınız çok güzel, gerçekten bunu takdir etmek gerekir. Lakin bu halinizle, kesintisiz saatlerce konuşma yeteneğine sahip, “ailenizin gönüllü filozofları”nın hayrına yaptıkları bilgilendirme (!) sağanaklarına kurban gitmeniz işten bile değil. Siz dinler, dinler, dinler … ve iki kelam etmek için sıranızı beklerken, sizin anlaşılmanıza sıra gelecek mi?

Özellikle “içe dönük” insanlardan biriyseniz, konuşmaktan ziyade dinlemeyi tercih edersiniz. Ama bu demek değil ki hep “dinlemede” kalmayı seviyorsunuz. Az ve öz konuşmayı tercih ediyor olmanızın, muhatabınızı da özlü konuşmaya yönlendirmesini beklersiniz, değil mi? Gündelik sohbetlerimizde bu pek olmuyor kanaatimce. Tartışma ortamlarındaki vahameti saymıyorum bile. Tabii, “tartışma”dan kastım eski tabirle “münazara”, ama gelin görün ki kısa sürede “münakaşa”ya[1] dönüşüyor çoğunlukla.

Zihnimde bunları düşünürken kapı çalındı. Çok sevdiğim ve çok iyi bir dinleyici olduğunu düşündüğüm bir dostum çıkageldi. Hmm, bu iyi bir sohbet konusu olur diye düşünürken, O da tam da bu konudan bahsetmeye başlamasın mı?

- Üstad, gönderdiğim yazıyı, Sophia Dembling’in[2] yazısını, okudun mu? Başlığı “Çok konuşanlara açık mektup”, ama galiba “Kesintisiz konuşma üstatlarına açık mektup” 😊diye çevirmek daha uygun olur.

- 😊 Haa, evet evet, “Bir sohbeti domine etmenin ne karı var ki?” diye başlıyordu, değil mi? Sitem dolu, daha ilk cümleleriyle alev gibi parlayan şu sözlere bak:

Altı buçuk saat nefes almadan konuşan sayın kişi,

Ben, karşınıza oturunca, ağzınızdan sağanak halinde dökülen kelimelerin bir sonu olup olmadığını merak eden herkes adına yazıyorum. Bunu yazıya döküyorum, çünkü bir kelimeyi bile eklemeye gücümün yeteceğini sanmıyorum bu …, buna “sohbet” demeye tereddüt ediyorum tabii.

Biliyorum, birine çok konuştuğunu söylemek kabalık addedilir – İyi de, bu, dinleyicinizi kelimelere boğmanızdan daha mı kaba bir davranış gerçekten?

Böyle durumlarda, çok konuşmanın beni gerdiğini, sizin de bütün bu bilgileri üzerime püskürtürken gergin olduğunuzu ve kelimelerin ağzınızdan basınçla boşaldığını hissettiğimi hatırlıyorum. Bu düşüncelerle, başımı sempatik bir moda tutmaya çalışıyorum ve yatıştırıcı bazı sesler yayıyorum ki bu sizi rahatlatsın ve bu taarruzunuz nihayet dinsin.

Ama olmuyor, işe yaramıyor.

Öylece oturuyorum, başım uyuklamaktan düşerken, donuk gözlerle, midemde oluşan panik hissini yatıştırmaya çalışıyorum. Ve merak ediyorum, sizin kesintisiz cümlelerinizin monolog maratonu sürerken, bir türlü odaklanamayan bakışımı, çalışan çene kaslarımı ve (anlık bir fırsat yakalayıp birkaç kelimeyle fikrimi araya sıkıştırmak için) birçok kez ağzımı umutla açıp, umutsuzca kapattığımı nasıl oluyor da fark etmiyorsunuz.

Hikayenizde bu kadar ayrıntıya gerek var mı? Düşüncelerinizin daldığı bütün “tavşan delikleri”nde[3] benim de sizi takip etmemi mi bekliyorsunuz gerçekten? ...

Yazı, her satırında “yeter artık” isyanını hissettirerek, devam ediyor:

“Tabii, ben size kıyasla tam karşı uçtayım: Benim tarzım, sadece meramımı anlatmaya yetecek kadarını söyleyip susmak. Bazen de meramımı bütünüyle açıklığa kavuşturmadan susuyorum ve insanların beni cümlelerimi tamamlamaya teşvik etmesi gerekiyor. Doğrusu ben, kendi sesinin tınısına âşık olanlardan değilim, öyle ki bazen kendimi lafı dolandırıp dururken bulduğumda, bundan utanırım. Sözün özü, ben daha ziyade dinlemeyi tercih ederim – yani, bir yere kadar.  

Ve bu durum, sizin sözcüklerinizin beni iyice yaylım ateşine tutmasına yol açıyor adeta. Bunu nasıl yapabiliyorsunuz? Nasıl bu kadar süre konuşabiliyorsunuz. Hala yorulmadınız mı?

İşin acı tarafı da şu ki: Sizi seviyorum. İyi bir insansınız, kibarsınız, keskin bir zeka ve ince bir mizah yeteneğiniz var. Bu yüzden, 10 dakika geçmeden sizden kaçmaya çalışmak bana gerçekten acı veriyor. Beni asıl üzen de bu garabetin, tabiri caizse, aramızda sağlam bir dostluğu imkansız kılması.

Bütün bunları söylemekten dolayı gerçekten üzgünüm. Umuyorum ki siz ve sözleriniz hakkında herkes benim gibi hissetmiyordur. Umuyorum ki hayatınız, sözlerinize dört elle sarılan insanlarla dolsun... Ama korkarım ki ben, onlardan biri değilim. Beynim şimdi patlayacak kadar doldu sözlerinizle ve buna daha fazla dayanabileceğimi sanmıyorum.”

Bu sözlerde derin bir incinmişlik ve kızgınlık var. Benim içimi fena burktu doğrusu. Ağzına geleni söylemiş. Açıkçası, bu açıklıkla yazmakla bence iyi etmiş. Amacının kırmak olmadığı, ama son çare olarak “konuşmacıyı” sarsmak ve empatiye yönlendirmek istediği açık. Bunda, yazarın ima ettiği, kendi “içe dönük” kişilik yapısının da rolü var anlaşılan ki, deyim yerindeyse, nihayet “patlamış”.

- Evet abi, bence de yazar böyle bir yazı yazmakla iyi etmiş. Tabii, birine sözü uzattığını ifade etmek de çok zor, neticede kültürümüz bunu kabalık sayar. Aslında, yazar da bunu ifade etmiş.

- Doğru, işin bu yönü, kibar “dinleyiciler”in işini zorlaştırıyor. Bu arada, Andrew Sobel ve Jerold Panas da Güçlü Sorular başlıklı kitaplarında şöyle bir örnek veriyor:

“ ‘Üç kelime. Tek istediğim bu. Lanet olasıca üç kelime’… ‘Sakin ol’ dedim. ‘Patlayacaksın,  … şu üç kelime meselesi de ne?’… Anlatmaya başladı… ‘Üç saat boyunca bize düşüncelerini, yapmak istediklerini, … açıkladı.’ … ‘Bir kez olsun duraklasa ve bize ne düşündüğümüzü sorsa. Sadece bir kez olsun şu üç kelimeyi duymak istiyorum: Siz ne düşünüyorsunuz?’ ”[4]

- Sophia Dembling gibi, adamın isyanını da anlayabiliyorum. Muhataba açıkça sözü uzattığını söylemenin kabalığının farkındayım, ama bence konuşanın sözü çok uzatması da az bir kabalık değil. Dinleyicinin de kendini korumak için taktikler geliştirmesi gerektiğini düşünmeye başladım doğrusu .

- Hmm, üzerinde düşünmek gerek bence de. Ama ondan önce, söz buraya gelmişken, bazen karşınızdaki kişinin sessizliğinin (belki daha doğru ifadeyle, kibarlığının) “konuşmacıya” daha fazla konuşma dürtüsü verdiğini düşünüyorum. Dembling’in yazısının satır aralarında bu düşünce var. Susan kişi karşısında, “konuşmacı” konuştukça konuşuyor, aradaki sessizliği bozmaya çalışıyor sanki - veya aradaki mesafeyi aşmaya.

- Yani, dinleyici de bazen kendisi mi “kaşınıyor” 😊 diyorsun üstad?

- Estağfurullah 😊 Sadece demek istiyorum ki, bazen sessizlik, karşınızdakine size ulaşamadığı hissini vererek, onda daha fazla konuşma çabasına yol açıyor. Amacımız çok konuşan birinden korunmaksa, pek iyi bir taktik değil, daha gelişmiş bir donanıma ihtiyacımız var demek. Şu “kibarca dinlememe sanatı” üzerine de bir sohbet edelim, ne dersin?

- Tabi abi, çok iyi olur da, aslında ben kısa bir sohbet için uğramıştım. Müsaade istiyorum.

Dostum ayrıldı. Onu uğurladım ve yerime oturdum. Lakin, su bahse konu yazının finali geldi aklıma birden: 

         “Ağzımı açıyorum ...
          Sözünüzü kesiyorum ...
          ...
          Eh, hadi ben kaçtım”[5]

İçimi bir huzursuzluk kapladı. Dostum gerçekten de çok kibar biri. O belki zaman zaman iyice düşen çenem yüzünden pek hissedemese de, ondan çok şey öğrendiğimi ve daha fazlasını da öğrenebileceğimi biliyorum. Üstelik, bunu bazen “sukut suretinde” yapıyor. Keşke, daha az konuşup, daha fazla dinlemeyi becerebilsem. Şimdi ise, mikrofonu kapıp, sözü uzattım mı acaba diye düşünüyorum yine. 

Tolstoy’un dediği gibi, “İnsanlar nasıl konuşulması gerektiğinin dersini alırlar; ama en büyük bilgi, nasıl ve ne zaman susulması gerektiğini bilmektir.”

Not: Bu içerikte bir konuşma olmadı. Bu, basit bir kurgu. Ama okuduğum yazı, gerçekten çok kışkırtıcı ve buna benzer sahnelerin hayatımda ne kadar olduğunu gözden geçirmeye zorluyor zihnimi. Bu konuyu deştikçe, kendimi iyi hissetmeyebilirim. Neyse ki, önemli olan şimdi bunu düşünüyor olmak ve hala nefes alıyorken, bundan sonrası için ders almak değil mi?


[1] Münazara: Bir konu üzerinde, belli kural ve yöntemlere uyularak yapılan tartışma. Bir fikrin münazarasıyla kütüphanesinin önünde sabahladığımız geceler olurdu. -A. H. Müftüoğlu. Münakaşa: Tartışma. Seninki mızıkçılık etmeye kalkıyor da onun için münakaşasını yapıyoruz. -N. Hikmet. (TDK Sözlüğü)
[2] Sophia  Dembling,  An  Open  Letter  to  People  Who  Talk  Too  Much, https://www.psychologytoday.com/us/blog/the-introverts-corner/201704/open-letter-people-who-talk-too-much  
[3] Charles Lutwidge (Lewis Carroll)’ın Alice Harikalar Diyarında adlı masalına atıf.
[4] Andrew Sobel, Jerold Panas. Güçlü Sorular, Beyaz Yayınları, 2015, s.13-14
[5] Sophia Dembling, a.g.y.

Yorumlar

Popüler Yayınlar