Duygusal Dayanıklılık Yahut Çocuk Kalbinden İlham Almak



Eğer kalbin kırıksa dost yüzünden
Bir selam sana gönül dağlarından

Bir TED konuşmasında, “Hayatımızın bir noktasında, hemen hemen hepimiz bir kalp kırıklığı yaşarız” diyen Guy Winch,[1] Kathy ve Miguel’in hikayesini anlatıyor. Hikayeyi kendi üslubumla özetliyorum:

Rich, Kathy’yi en sevdikleri restoranda bir yemeğe davet etmişti. 27 yaşındaki Kathy, kanseri iki kez yenip hayata tutunmuş ve artık iyi bir aile hayatının hayalini kuruyordu. Bir süredir tanıştığı ve aşık olduğu Rich’in nihayet kendisine evlenme teklifi yapacağından bu kez emindi. Tanıştıklarından beri her şey sanki tam da istediği gibiydi. Rich’in burayı seçme nedeni ise tam tersine, artık ayrılmak istediğini (kendince) onu kırmadan ifade edebileceği en uygun yer olmasıydı. Rich’in gerekçesi kısaca, saygı duysa da Kathy’ye âşık olmaması idi. Oysa bu, Kathy için kanserden ağırdı ve tam bir yıkım oldu.

Miguel 56 yaşındaydı. 5 yıl önce ölen karısının yasından kurtulmaya çalışırken tanıştığı Sharon ise oldukça sosyal, hayat dolu bir kadındı. Tam da onu hayata yeniden bağlayacak ideal bir eş gibiydi, kısa zamanda evlendiler. Sharon, münzevi Miguel’e hoş bir aile ortamı yanında, yeni bir kimlik ve bir aidiyet duygusu yaşayacağı geniş bir sosyal çevre de sağlamıştı. Her şey Miguel’in istediği gibi giderken, evliliklerinin henüz birinci yılı dolmadan Sharon aniden evden ayrılıp, uzaktaki çocuklarının yanına taşındı. Bıraktığı kısa notta, çocuklarından uzakta yaşamak istemediğini yazmıştı, hepsi buydu. Miguel’in toparlanması bu kez çok uzun zaman alacaktı. 

Winch’in cevabını aradığı soru da bu: Dört yıllık kanser tedavisini metanetle atlatan Kathy ve elli yaşında kaybettiği eşinin acısından sonra yeniden kendinde bir aile kurma gücü bulan Miguel, ilk kalp kırıklığında neden bu derece yıkıldılar?

“Gönül yarası söz konusu olunca, diğer zamanlarda güç kaynağı olan duygular, böyle zamanlarda tam tersine zarar vermeye başlar, artık aklına güvenemez hale gelir insan” diye açıklıyor Winch. Kısacası akıl devre dışı kalmaktadır.

Peki ama neden?

Guy Winch’e göre, en önemli neden, bir duygusal ilişkide her şeyin birden ve derin bir duygusallıkla idealleştirilmesi. Bu nedenle de ayrılıklar hep ani olur ve şok etkisi yapar. Söylenen nedenler kabul edilemez bir türlü ve hep daha büyük veya gizli bir neden aranır. Zihnin dehlizlerinde yaşanmışlıklar neredeyse saniye saniye takrar edilir, güzel günler giderek daha da ideal güzelliklere dönüşür. Bu şekilde kişi bağımlılığını gittikçe derinleştirir, duygusal acıları artar, çıkış yolları kapanır. Bir madde bağımlılığından farksız bu duygusallık içinde, söylenmemiş nedenler (muhtemelen hiç olmayan nedenler) boş yere aranır. Kişi bu durumda kendisine teselli vermek isteyen herkesi anlayışsızlıkla suçlar, içine kapanır. Bu da sorunun, artık kişinin tek başına çıkamayacağı kısır döngüye düştüğü andır.

Kathy için olan da buydu. “Madde bağımlıları bağımlılıklarının farkındadır” diyor Winch, “duygusal bağımlılık içinde olanlar ise değil”.

Oysa bir ilişki nadiren mükemmeldir ama duygusal sarhoşluk içinde bunu göremeyiz. Ya muhatabımız, ya ilişkinin kendisi veya her ikisinde iyi olmayan şeyler de vardır. Kalp kırıklığı içinde, yaşanmışlıkları idealleştirdiğimizde, bunları göremez, kurban psikolojisine kapılırız. Kathy, güzel anılar yanında, yolunda gitmeyen işaretlere de odaklanabilseydi, bu derece sarsılır mıydı? Hatta diyebiliriz ki, Erich Fromm gibi “sevgi şans değil, bilgi ve emek ister ve öğrenilir” anlayışı içinde olabilseydi, hikaye başka bir şekilde de yazılabilirdi. En azından daha az kalp kırıklığı yaşatacak bir ihtimal bu. Zira işyerinden, aile hayatına ve hatta sokaktaki anlık ilişkilere kadar, ortamı nezihleştiren ve insancıl hale getiren – teşekkür/şükran, nezaket, hoşgörü, empati, merhamet v.d. – kadim insani değerlerdir ve iyi bir ilişki şans veya lütuf eseri değildir. Tabii, aynı şeyler Rich açısından da geçerli. Bunlara rağmen yürümeyen bir ilişki ise, gönül rahatlığıyla sona erdirilebilir, öyle değil mi?

Kötüden İyiye Ulaşmak

Kathy ve Miguel’in hikayesi yeterince dokunaklı, zira gönül yarası derin olur ve gönül ilişkisinin duygusal donanımımızı zaafa uğratan bir yanı var gerçekten. Ama, tekrar soralım, üstesinden gelinemeyecek şeyler mi? “Ne yazık ki, kimsenin gönül yarasına bağışıklığı yok” diyen Guy Winch, konuşmasında bu örnekler üzerinden başa çıkma yolu olarak, özetle, zihni geriye sarıp, hikayeyi bir de “ilişkinin zaten yürümeyeceğinin işaretlerini veren” şeylere odaklanarak okumayı öneriyor.

Bu işe yarayabilir bir öneri ama bir de, bunlardan daha trajik ama umut dolu iki çocuğun hikayesine bakalım. 

Çocukların duygusal yönden daha zayıf olduğunu düşünürüz genellikle. Ama yaşamın başlarında duyguları deneyimleyip öğrenirken duygusal dayanıklılığımız (resilience) daha yüksek belki de. Aşağıdaki iki örnek bana, bu konuda çocuk kalbinden öğreneceğimiz çok şey olduğunu düşündürüyor.

Hindistan’da bir ortaokul öğrencisi şöyle yazmış okul psikoloğuna: “Ten rengimin koyuluğundan utanç duyuyorum ve aynı zamanda sınıf içindeki sıralamam da beni çok üzüyor. Yeterince arkadaşım yok ve derslerde de pek iyi değilim. Herkes kilom ve sınıftaki sıralamam yüzünden benimle alay ediyor. Başka birinin de böyle bir sorunu olursa, ona demek isterim ki, asla kendini başarısız ve ezik hissetme. Herkes hayatında bazen başarısız olabilir, ama başarısız biri de eğer kendine inanmayı sürdürürse mutlaka başarılı olur.”[2]

Bu sözleri okurken, acı dolu bir yüreği hissederek gözleri doluyor insanın. Beni asıl etkileyen ise “Başka birinin de böyle bir sorunu olursa, ona demek isterim ki …” diye başlayan cümlesinde hissettiğim, bir minik yüreğin enginliği. Sözlerinde yürek burkan bir acı var ama kin ve öfke yok, aksine umut ve merhamet var, kendisi gibi acı çeken birine.

Brryan Jackson’ın hikayesi çok daha dokunaklı ve ibret dolu.[3] 

Öz babası, Brryan’ın bebek bedenine AİDS’li kanı enjekte ederken, hayatta kalamayacağını ve nafaka ödemekten kurtulacağını umuyordu. Oğlunu sürekli reddedip, nafaka da ödememişti. 24 yıl sonra, sapasağlam ve güçlü kuvvetli oğlunu mahkemede karşısında bulacağını ve yaptığı kötülüğün yıkıcı etkilerini duymak zorunda kalacağını ise hiç ummuyordu herhalde. Mahkemedeki duygularını “kendime, Tanrı’nın hep benimle birlikte olduğunu; mahkemenin sonucu ne olursa olsun, Tanrı’nın benden, babamdan, mahkemeden ve Adalet Bakanlığı’ndan da yüce olduğunu hatırlattım” diye özetliyor Brryan.

Teşhis konduğunda, beş ay ancak yaşayacağı söylenmişti. Ama Brryan yaşadı. Sayısız doktor muayenesi, her çıkan ilacın denenmesi ve acılı yılların sonunda, herkesi şaşırtarak iyileşmişti Brryan. Sadece hastalık değildi acı veren, her gittiği okulda vebalı muamelesi görmüş, dışlanmıştı. “Çok yalnızdım, koca dünyada bana yer olmadığını hissediyordum” diyor Brryan. On yaşına geldiğinde yavaş yavaş parçaları birleştiriyor, öz babasının yaptığı kötülüğü anlamaya başlıyordu. 13 yaşında Tanrı inancı etkiledi Brryan’ı. Babasını affetmeyi denedi, en azından kendi ruh sağlığı için[4] buna ihtiyacı olduğunu hissetti. Mizaha yöneldi, şakacılığıyla tanınır oldu.

Hala vücudunda AİDS virüsü dolaşsa da, Brryan artık sağlıklı, güler yüzlü bir genç. Baba olmak hayallerini süslüyor ve “umut” yaşamsaldır diyor Brryan: “Çocuklarıma hep umudu aşılamak isterim. Onlara dünyanın aslında barışçıl bir yer olduğu ve benim onları korumak için hep yanlarında olacağım duygusunu vermek isterim. Kötü şeylerden de iyi şeylerin çıkması mümkündür”.

Konuya duygusal dayanıklılık açısından baktığımızda, bu sözler bambaşka bir hikaye anlatıyor. İki çocuk da, yaşadıkları trajediden insancıl değerlere yaslanarak çıkmaya çalışmış,  sözleri derslerle dolu. Haksızlığa uğradıkları halde, bu değerlere inançlarını yitirmemişler. Empatiyi, merhameti öğrenmişler. Hayata da insanlara da küsmeden, iyi insanların da yeterince bulunduğunu anlayıp, var olan iyiliklere şükran duygusunu kaybetmemiş ve belki de en önemlisi, kestirmeden mutsuzluk yolu olan toplumdan kendini soyutlamayı düşünmemişler. “Kötülükten (bile) iyi şeylerin çıkmasının mümkün” olduğunu kanıtlamışlar.[5]

Başımıza gelen şeylerden çok, bizim nasıl tepki verdiğimizdir önemli olan. Kaderimizi belirleyen de büyük ölçüde bu değil mi? İnternette dolaşan “%10-%90 kuralı” hikayesini hatırladınız mı? Ya da “Sükunet Duası”nı (Serenity Prayer):

“Tanrım, bana değiştiremeyeceğim şeyleri kabul etme (sabır), değiştirebileceğim şeyler için cesaret ve ikisi arasındaki farkı anlayacak bir feraset ver.”

Çocukların acı çekmediği bir dünya umuduyla…

Sevgiyle kalın.

[1] Guy Winch, How To Fix A Broken Heart, https://www.ted.com/talks/guy_winch_how_to_fix_a_broken_heart,  TED 2017
[3] Lucy Hancock, Brryan Jackson: My father injected me with HIV, BBC World Service, 19.10.2016, http://www.bbc.com/news/magazine-37696071
[4] Bu sözler bana, Tuğba Tuğman’ın “Hoşgörü Özgürleştirir” başlıklı güzel yazısını hatırlattı. Henüz okumadıysanız: http://coachteam.com.tr/hosgoru-ozgurlestirir/
[5] Bu hikayeler yazıya dökülmüş olanlardan birkaçı sadece. Dünyamızda hala acı çeken sayısız çocuğun varlığını bilmek kahredici bir duygu, değil mi? 

Yorumlar

Popüler Yayınlar