KARANTİNA VE MAHŞERİN 4 ATLISI

Kaynak: Pixabay.com

Mayıs başındaki “Tarihin En Büyük Deneyi(mi)ne Tanık Olmak” başlıklı yazımızda, 80 yıldır devam eden Harvard Büyük Deneyine (The Harvard Grand Study) atıf yaparak, projenin başkanlarından Robert Waldinger’in araştırmanın 75 yılına ilişkin “İyi ilişkiler bizi daha mutlu ve daha sağlıklı tutar. Bu kadar.” sözüne yer vermiş ve yeri geldikçe bu konuya devam edeceğimizi belirtmiştik.

Waldinger’in değerlendirmelerini birkaç cümle ile hatırlarsak; “Aileye, arkadaşlara, topluma daha sosyal bir şekilde bağlı olan insanların daha mutlu, bedensel olarak daha sağlıklı olduğu ve daha uzun yaşadığı anlaşıldı. Öte yandan, yalnız insanların mutsuz oldukları, sağlıklarının orta yaşların başlarında bozulduğu, beyin fonksiyonlarının daha erken gerilediği ve daha kısa yaşadıkları ortaya çıktı.”

İnsan ilişkilerinde kalite ve mutluluğu destekleyici bir sosyal ortam bu derece önemli ise karantina günleri bize nasıl bir deneyim yaşattı?

Çağımızın tam bir haberleşme ve büyük veri (big data) çağı olduğu ve bunun giderek hızlandığını dikkate alarak, önceki yazımızın başlığında bu sürecin tarihin en büyük deney(im)lerinden biri olabileceğini ima etmiştik. 

O günden beri, bu sürece ilişkin çeşitli disiplinlerden uzman ve bilim adamlarına ilişkin değerlendirmelerini izlemeye çalıştım. Değerlendirmeler kabaca (neredeyse her konuda olduğu gibi :)), “hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” ile “insan alışkanlıklarına bağlıdır, karantina sonrası her şey neredeyse aynı şekilde devam eder” olmak üzere iki uçta toplanabilir. 

“Değişen bir şey olmayacak” görüşü için söylenecek bir şey yok, gerçekten hiçbir şey değişmeyebilir. Asıl iddialı olan görüş (hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı) ise iyimser ve kötümser, yani ütopya ve distopya gibi geniş bir yelpazade yer alacak argümanlar içeriyor. İşte bu günler, böylesi bir yol ayrımı varsa önümüzde gerçekten, çağımızın eriştiği teknik imkanlarla ve en büyük bütçeli araştırma fonlarının bile boyunu aşan kapsamlı ve zor bir insanlık deneyimine ışık tutacak verileri de bize sunacak. Yanımızda taşıdığımız cihazlar ve giyilebilir teknolojiler yaygınlaştıkça şimdiden günlük aktivitelerden, bulunduğumuz yerlere, kalp atışından stres düzeyimize (giderek duygusal durumumuza) her şeyi izleyip depolayabilir hale geldi bile. (Bu durum bile başlı başına gelecekte güçlü bir ütopya ve/veya distopya ihtimallerini hatırlatmıyor mu?)

Bu oldukça geniş bir konu ve yeri geldikçe devam edeceğiz. Şimdilik meraklı okuyuculara geçmişte izledikleri bilim-kurgu (ütopya) filmlerinde öngörülen teknolojileri de aşan bugünün imkanlarını düşünmelerini öneriyorum. Bunlar kadar yaygın bir tür de malumunuz distopik filmler. Bunlardan Peter Weir’in yönettiği 1998 yapımı Truman Show’u izlemenizi, izlediyseniz tam sırası yeniden izlemenizi öneriyorum. 

Sanal ve kurgulanmış bir hayatı yaşayan Truman’ın gözünden sahici bir hayat ve içten insan ilişkileri özlemini anlatan bu filmi önermemizin sebebi, yazımızın girişinde değindiğimiz insan ilişkilerinde kalitenin mutluluğumuz üzerine etkilerini bize yeniden düşündüren karantina günleri deneyimimiz.

Şu ana kadar gelen haberlere göre maalesef olumsuz gelişmeler daha fazla gibi. Bunlardan en yakıcı olanı ise gelişmiş ülkelerde bile aile içi şiddetin ve bu kapsamda da kadına yönelik şiddetin artması. İş dünyasına ilişkin haberler de bundan parlak değil. Bazı araştırmalara göre evden çalışma bazı Batı ülkelerinde çalışanların çoğu tarafından olumlu karşılanmış. Ancak bunun işverenlerce pek empatik biçimde karşılanmadığı, evden çalışmada birçok ülkede çalışma saatlerini günlük 2-3 saat uzatan daha talepkar işveren tutumuna yol açtığı gözlenmektedir. 

Harvard araştırması bulgularının tam tersine ilerleyen bu yolun bir uyum süreci sancıları olarak kalacağını umuyoruz. Ancak, proaktif bir tutum olarak gelin bu süreçte edindiklerimizi (hiç olmazsa yakın çevre ilişkilerimiz için) kalıcı bir kazanıma dönüştürecek farkındalıklara odaklanalım. Hepimizin dileği salgının bir daha geri dönmemesi elbette. Bununla birlikte, önümüzdeki yılların büyük bir dönüşüme yol açması halinde, (robotların işsizliği arttırmadığı) iyimser tahminlerde bile çoğumuzun daha az haftalık çalışma saati ile karşılaşması muhtemel. Boş zamanların artması, meşgulken yeterince farkına varmadığımız insan ilişkilerindeki zaaflarımızı ortaya çıkarıyor. Bu bağlamda Mahşerin Dört Atlısı başlıklı egzersizi denemenizi ve deneyiminizi yazmanızı özellikle öneririz. 

Mahşerin Dört Atlısını Fark Etmek*

a. Eleştirileri yönetmek: Eleştiri de yaşamın bir parçası. Eleştirirken veya eleştiri alırken duygulu olun, duygusal değil. İkisi çok farklıdır. Duygulu eleştiri empati odaklıdır, “hep kendini düşünüyorsun” veya “her zaman inatçısın!” gibi keskin ve genellemeci dil içermez; Suçlama (sen dili) yerine empatiyi uyaran bir dili (ben dili) tercih eder. Ben dili anlaşılmayı amaçlar, bedel ödetmeyi değil; Meşhur atasözümüzdeki gibi "amaç üzüm yemek, bağcıyı dövmek değil".

Dahası, sık sık eleştiri tahammülsüzlüğü ve empati yoksunluğunu çağrıştırır, ancak ve ancak gerektiğinde yapılan seyrek eleştiriler yapıcıdır, farkındalık oluşturur. İstenen de bu değil mi? Esasen eleştiri, düz yoldaki çakıl taşına benzer; tek bir çakıl taşına bastığınızda fark etmemeniz mümkün değildir, acı (uyarı) verir çünkü. Yolu kaplayan çok sayıda çakıl taşı üzerinde ise rahatlıkla yürüyebilir, tek tek hiç bir taşı gerçekten fark etmezsiniz (uyarıya duyarsızlık). O halde, takdir ederken cömert, eleştirirken cimri olun.

b. Aşağılama: Yukarıdaki bakış açısını temel aldığımızda, aşağılama bir eleştiri bile değil, düpedüz saldırganlıktır. Alay etmenin, dinlerken (aslında dinlemiyorken) of-pof etmenin, lakap takmanın … savunulabilir bir tarafı yoktur. Bu ruh halindeyken bırakın eleştiriyi, konuşmayı bile denemeyin ve yukarıdaki önerimize dönün. Bu sırada muhatabımızın iyi yönlerini de hatırlamak empati duygunuzu güçlendirecektir. Unutmayın, “tatlı dil yılanı (bile) deliğinden çıkarır”.

c. Sürekli savunmacı tutum takınmak. Bir eleştiri aldığımızda hemen kendimizi savunmaya odaklanma eğilimindeyiz. Bu sırada kendi hatamız veya sorumluluğumuzu kabul edip düzeltme yoluna gitmekte zorlanırız. Eleştiriyi kabul etmek gerçekten zordur, ilk refleks olarak bunu kişiliğimize bir saldırı olarak algılarız. Bu ise bizden şikâyeti olanı daha da kızdırır, sorumluluktan kaçtığımız izlenimi verir, anlaşmazlık büyür. Bu sırada “ama sen de şunu yaptın...” veya “… yapmasaydın ben de bunu yapmazdım” gibi kusurumuzu hafifletmeye çalışma eğilimiz de vardır ama bunlar da sorunu ağırlaştırmaktan başka bir işe yaramaz. Oysa eleştirileri yönetmeyi öğrenmek bizi bu verimsiz ve yıpratıcı durumdan kurtarır. İlk refleksinizi, kızgınlığınızı, korkularınızı fark edin ve bu konuda öğrendiklerinizi size hatırlatacak bir sükunet arası oluşturun. Derin nefes alıp, pür dikkat dinlemeye odaklanın. Önce muhatabımızı gerçekten anladığımızda, daha önemlisi ilk refleksle yeni yanlış anlamalara yol vermediğimizde süreci idare etmek ve hatta eskisinden iyi bir duruma çevirerek sorunu tatlıya bağlamak bile mümkün. Bugünden tezi yok, bu çok karlı yolu içselleştirmek için kendinizle bir antlaşma yapın. Unutmayın, kötü eleştiriler bile sizde bir farkındalık yaratabilir, belki iyi niyetli tavırlarınız yanlış anlaşılmıştır sözgelimi.

Gerçekten hatalı olduğunuzu ve özür dilemeniz gerektiğini mi fark ettiniz? Ne mutlu size, hemen yapıcı/sahici özür dileme egzersizimizi hatırlayın ve şöyle içten ve güzeeeelce :) bir özür dileyin. 

d. Etrafına Duvar Örmek. Bazı insanlar ilişkilerinde bir sorun yaşadıklarında, kendini ilişkiden çekip adeta etraflarına duvar örerler. Aniden sessizce evden veya ortamdan çekip gitmek, küsmek v.b. ilişkilerde özellikle tahrip edicidir. Sorunları biriktirir. Muhatabımız ise kendini reddedilmiş veya terk edilmiş hissedecektir. 

Bunların yerine yukarıdaki önerdiklerimizi dikkate elarak, yapıcı konuşmaya odaklanın. duygu ve düşüncelerinizi toparlamaya ihtiyacınız varsa, uygun bir dille muhatabınızdan biraz zaman isteyin ve onu önemsediğinizi hissettirin. Muhtemelen bu süreçte o da sakinleşecektir. Geri dönüp, yukarıdaki yapıcı alternatifleri uygulayarak sorunu sükunetle konuşmayı deneyin. Her şey bir anda çözülmese bile en iyi seçeneğin bu olduğunu göreceksiniz. 

Sevgiyle kalın.

Uyarı:

Bu yazının içeriği konuyla ilgili genel bilgi verme amaçlıdır. Hiçbir şekilde terapi veya profesyonel hizmet amaçlı değildir. Bu konuda profesyonel desteğe ihtiyacınız olduğunu düşünüyorsanız lütfen bu alanın uzmanlarına başvurunuz.

* Bu egzersizin ayrıntıları için John Gottman’ın “Evliliği Sürdürmenin 7 İlkesi” (Varlık Yayınları, 2017) kitabına ve kendi tecrübelerimizle yorumladığımız şekli ve bunu tamamlayan çok sayıda egzersiz için  Karakter Kaderdir 1. Kitap: Sevgi ve Empati Karakteri başlıklı kitabımıza bakabilirsiniz.

Yorumlar

Popüler Yayınlar